HAYDİ, SAFRANBOLU OLALIM

HAYDİ, SAFRANBOLU OLALIM

Gazetemiz köşe yazarı Hasan Ali Kalayoğlu 'Haydi Safranbolu Olalım' başlıklı bir yazı kaleme aldı.

İskilip’in rüyasıdır Safranbolu gibi olmak. Hep bir sorudur kafamızda; onlar oldu da biz niye olamadık, neyimiz eksik diye. Oysa un, şeker, yağ her şey var, var olmasına ama bir türlü helvanın meyanesi denk gelmiyor. Olmuyor işte. Niçin olamadığını ya da olamayacağını şimdi birlikte konuşalım istedim.

Bu alanda Türkiye’de iddialı bir yer de Ankara’nın Beypazarı ilçesidir. Onların bu işi nasıl becerdiğini hep merak edip dururdum. Bir süre önce gidip görmek nasip oldu. Öncelikle yanımızda bitiveren ve belediye tarafından görevlendirildiğini söyleyen bir rehber, bize kenti gezdireceğini söyleyince olayın planlamasının ne kadar önemli olduğunu anladım. İlk izlenimlerim büyük bir hayal kırıklığıydı doğrusu. Çünkü Safranbolu’yu Safranbolu yapan o gizemli otantik yapılaşma orada korunamamış, araya tıpkı İskilip gibi beton yığınları girmişti. Her tarafını gezmek ve İskilip’le kıyaslamak şansım oldu. Bazı mahallelerini tam olarak koruyabilmişlerdi ama (Biz onu da yapamadık) büyük bir bölümü eski-yeni karmakarış olmuştu. Kentle ilgili olağanüstü görüntüleri bulacağımızı söyleyerek çıkardıkları yere bizim kalemiz 10 basardı doğrusu.

Biraz daha dikkatli bakınca gözümden kaçan bir şeyi fark ettim. Onlar eski ve ahşap binaların arasına yapılan beton blokları da ahşap görüntü ve boyamayla diğerlerine benzetmiş bizdeki gibi sırıtmasını engellemişlerdi. Ana cadde kenarındaki yapılar hep bu görünümdeydi. Bundan sonra da yeni beton yapılaşmaya kesinlikle izin vermiyorlardı artık. Bizse, allı-yeşilli boyalarla o binaların daha da sırıtmasını sağlamıştık.

Dikkatimi çeken bir farklılık da halkının olaya bakış açısıydı. Nereye gitseniz yerel ürünlerle ilgili, moda deyimle stant denilen sergiler göze çarpıyordu. Hem de satıcılarının tamamının bayan olduğu sergiler. Evinde yaptığı erişteyi, mantıyı, turşuyu, pevredeyi, oyalı yazmayı ya da kendi işlediği yatak örtüsünü ya da kırdan topladığı şifalı otları satma gayreti içindeki kadınlar. Önünden geçerken küçük parçalara ayırdıkları ürünleri bizlere ikram ediyor, özellikleri hakkında dil döküyorlardı. Giysilerinde dikkati çeken hiçbir fevkaladelik yoktu. Bizlerle konuşurken çekinmiyor, yüzümüze bakmaktan utanmıyorlardı.

Şöyle bir düşündüm: Benim ilçemde kadınların bunu yapması pek de hoş karşılanmaz. Çünkü evin geçimini sağlamak erkeğin görevi olarak kabul edilmiştir. Kadının ya da çocuğun çalışıp bütçeye katkıda bulunması ancak son yıllarda doğal karşılanmaya başlamıştır. Kadınlarımızın bu işi çok iyi becerebileceğinden adım gibi eminim ama ah şu mahalle baskısı olmasa! Çünkü onlara evde kalmaları ve akşama yemek hazırlamaları öğütlenmiştir. Erkekle konuşurken yere bakarlar, başlarını kaldırmazlar. Öyle öğütlenmiş, öyle büyütülmüşlerdir.

Çocukken bağımızdan topladığım bir çit kirazı satıp parasıyla top almak istemiştim. Annemin “Ayıp olur, kiraz parayla satılır mı?” itirazlarına rağmen çiti koluma taktığım gibi o dönemde Bokluçay’ın iki kenarında dizilmiş sebzecilerin yanına gittim. Altına taş koyup sepeti üzerine eğerek kirazların görünmesini sağladıktan sonra müşteri beklemeye başladım. Sattığım kirazı manavlarda tartmayı düşünüyordum. O dönemde poşet gibi şeyler yoktu. Alınanlar “yağlık” denilen ve mendile benzeyen büyük bezlere çıkın yapılarak götürülürdü.

Birkaç dakika sonra demircilik yapan teyzemin eşi gördü beni. “Burada ne yapıyorsun Ali?” diye sorduğunda; “Kiraz satacağım” dedim. Öyle bir kızdı ki görmeliydiniz. “Ne demek kiraz satmak, baban sana harçlık mı vermiyor da böyle bir işe giriştin?” diyerek yerden kiraz çitini kaptığı gibi az ilerdeki demirciler arastasına gitti. Kirazı dükkânlara dağıtıp boş sepeti elime tutuşturduktan sonra da cebime biraz harçlık koyup “Bir daha görmeyeyim” uyarısını yaparak beni eve gönderdi. Böylece benim ilk ticari girişimim daha başlamadan hüsranla son bulmuş oldu. Bir daha böyle bir girişimde bulunmaya da cesaretim kalmadı.

İskilip’in turizme yönelik çabaları ile ilgili bir yazı ya da konuşma olursa hep bu olay gelir aklıma. Bu anlayışı kırıp da statik(durağan) toplum yapısından dinamik toplum yapısına geçmediğimiz sürece ne yaparsak yapalım boşuna galiba. Değişime, kentle değil, beynimizle başlamak ve kendimizi ona göre hazırlamak gerek öncelikle.

Gerisi mi, gerisi sonra gelir. Aynadaki görüntüsünü beğenmeyenler, kendini beğenmiyor demektir. Kendi değişmedikçe görüntü de değişmez.

DÜŞÜNEN SÖZLER:

  • Alışkanlıkların zincirleri, önce duyulmayacak kadar hafif, sonra kırılamayacak kadar güçlü olurlar. DİZRAELLİ
  • Her zaman yaptığın şeyleri yapmaya devam ettiğin sürece her zaman elde ettiğin şeyleri elde edeceksin. H. J. BROWN
  • Gömleğin ilk düğmesi yanlış iliklenince diğerleri de yanlış gider. C. BRUNO
  • Dünyayı değiştirmeye evvela kendinden başlayacaksın. Aksi halde ne hükmün kalır, ne de cismin. K. S. SÜLEYMAN 
  • Durumu yaratan zihin aynı kaldığı sürece kişi bu durumun üstesinden gelemez. ALBERT EINSTEIN
  • Herkes dünyayı değiştirmeyi düşünüyor, kimse kendini değiştirmeyi akıl etmiyor. LEO TOLSTOY